Sevda Pınarı Hikayesi

Tan yeri yeni ağarıyordu. Etrafta ipek gibi yumuşak; gök rengine yakın aydınlık vardı. Altay bu yıl şehirde liseyi yeni bitirmişti. Hem öksüz, hem de yetim olan arkadaşı; Akpar’la akşam üstü obaya gelmişlerdi. Hal hatırlardan, izzeti ikramlardan epey sonr
Sevda Pınarı
Tweet Paylaş Plus Pinterest
Tan yeri yeni ağarıyordu. Etrafta ipek gibi yumuşak; gök rengine yakın
aydınlık vardı. Altay bu yıl şehirde liseyi yeni bitirmişti. Hem öksüz,
hem de yetim olan arkadaşı; Akpar’la akşam üstü obaya gelmişlerdi. Hal
hatırlardan, izzeti ikramlardan epey sonra uykuya varmışlardı.
Gözünü açtığında, annesi: ”Oğlum Altay, göç hareket edecek, yoksa burada
kalacaksın” diye omuzlarından sarsıyordu. Keçeleri alınmış çadırın üstünde
tek tük kalmış yıldızlar gözüküyordu. Böğüren buzağılar ve sığırlar,
kişneyen yılkı ve kulınlar, meleyen kuzu ve oğlak ile keçiler, havlayan
köpekler, çökmek istemeyen develer ve onlarla uğraşanların sesleri bir
birine karışıyordu.
Gözlerini ovarak kalktı. Neler oluyor dercesine etrafta bir şeylerle
uğraşanlara baktı. Erkekler, atları eyerlemekte, develere yük
vurmaktaydılar. Göçebeliğinde kendine göre yol ve yordamları vardı. Her
şey bir usule göre sırayla, yerli yerinde yapmak gerekirdi. Oba yazın
yaylağa, kışın kışlağa giderken bu ve buna benzer güzellikler yaşanıyordu.
Çelimsiz ve sıska olan Yatsen, bütün çabalarına rağmen; yükünü
yükleyemiyor, söyleniyordu.
“Ey ulu Tanrım! Ben ne yaptım sana? Beni eziyetlere düçar ediyorsun. Madem
ki, fakir yarattın, hiç olmazsa niye kuvvetli yaratmadın?” Üstelik yardım
edecek ne oğulları, ne de kızları vardı. Ağlayarak oturdu. Etraftakiler
gülüştüler. Yardımına koşarak, yükünü yüklediler.
“Zavallı Sengül, kocam var diyorsun, Tanrı seninkini yaratırken aceleye
gelmiş, karıştırmış” diye takıldılar. Altay lafa karıştı.
“Abla, eniştemin zenginliğine ne oldu?”
“Ee, yavrum, gayret olmayan yerde mal durur mu? Ter kokarak işten, kan
kokarak düşmandan gelmeyen zavallı eniştenin her şeyi gitti, bitti.”
Kuvvetli ellerinden ve dilinden iş gelen Sengül Hanım ablaya, halsiz,
çelimsiz bir erkekle evliliğine bir türlü akıl erdiremiyordu. İşin ilginç
yanı Enişte, erkeklik taslayarak; kamçıyla Sengül’e vurduğunu, kocasına
hiç karşı gelmediğini de görürdü.
“Abla, şu sıska herife kaçmadan bir yumruk atsan olmaz mı? Sözüne gülen
Sengül Hanım. “ Ne olursa olsun, Tanrımın bana sahip ettiği yarim değil
mi? Karşı gelirsem hem Tanrıya, hem de töreye karşı gelmiş sayılırım.
Günahtır. Ayıptır” derdi.
Yılkılar ve büyük baş hayvanlar göçün önünde, koyun ve geçiler arkadan
gidiyorlardı. Kazak hanımları en iyi elbiselerini göç gününde üzerlerine
giyerlerdi. Yaylayı sadece hayvanlar değil, gençlerde çok özlüyordu.
Bütün yayla halı tüyü gibi düzgün ve yemyeşildi. Tepelerdeki çam ağaçları
tablo gibiydi. Yan tarafta derin dere ve çağlayan vardı. Yaylaya
varılınca, yükler indiriliyor, çadırlar kuruluyordu. Altay’la ana baba,
aile sevgisinden mahrum büyümüş olan Akpar, yemyeşil otların üzerine
uzanmış konuşuyorlardı. Akpar :
“Hayvanlarda vatanını özler değil mi?”
Altay: “Bu kadar tabi güzellik karşısında insan bile yemeden içmeden
sarhoş olması akla gayet yatkındır. Kazakların yaylaya neden, bu kadar
aşık olduklarına şaşırmamak gerek. Cennet gibi yaylanın tadını alan Kazak,
tabi ki ovada duramaz. Bu atalarımızdan kalan adetlerimizdir. Şehirdeki
zenginlere altın versen yaylaya çıkmazlar, yaylanın güzelliğini bilmezler.
Böyle yerlerde yaşayıp büyüyen herkesin; ozan olması doğal değil midir?
Akyar: “Güzel havalarda, tabi güzellikler arasında, dert ve üzüntüden
uzakta yaşayan insan; şair olmasında ne yapsın? Kazaklar kımızı da çok
içerler değil mi?”
Altay: “Kımızın iyi olması, kazak hanımlarına etrafta şöhret yaptırır.
Devamlı karıştırılan kımız iyi olur. İçenleri sevindirir. Kımız susuzluğu
gidermek için değil, milli gıda olduğu için saatlerce oturarak içilir.
Hatta kemerlerini çözenler, dışarıya gidip gelenler bile olur. On iki
yaşını geçen her Kazak erkek, atsız yaya gezmesi ayıp sayılır, dolaşan
dilenci Kazaksa bile atla dilenir. Yarım saatlik yola gitmek için atla
gitmeye, yarım gün at beklenir, töre böyledir.”
“Şu kız meselesini konuşalım mı?”
“Hangi kız?”
“Balım Kız’ı… Yoksa unuttun mu?”
“Başka iş yokta Balım Kız’ı mı düşünelim? Balım Kız güzelse senin için
güzel, benim için alelade bir kız… ”
“Hakikaten öylemi düşünüyorsun?”
“Üzülme, şaka yaptım. Balım şahane kız… Benim muhabbet hakkında bilgim
yok. Aşık olmayı Tanrı benim için yaratmamış.”
“Biraz acele hüküm değil mi?”
“Yok. Doğrusu bu… Ne hikmetse, yakışıklı, süslenen birini görsem nefret
ederim.”
“İhtilalciler hep böyledir.”
“İhtilalci kim? Ben kim? Yetim kalmak, hiç sevgi-şefkat görmemek beni
böyle yaptı. Çocukluğumda hiç kimse severek, bir defacık olsun beni
sevindirmedi. Senelerce onun bunun kapısında büyüdüm. Çöplüğe atılanları
toplayarak yediğim zaman çok olmuştur. Tabi sen aç kalmayı, sevgi ve
şefkate muhtaç, sığınacak bir yeri olmadan yaşamayı bilmezsin. Zavallı
kalp, kendinde olmayanı nasıl bulsun? Sevgi havadan düşmez. Yeşil ot,
güneşin nuruyla büyüdüğü gibi, insan da, ana-baba etrafında sevgi ve
şefkat neticesinde büyüyerek olur. Kalbim, hiç aydınlık görmeyen bir
mağara gibi… Senin dostluğun beni biraz insanlara ısındırdı.”
Altay : “Üzülme göreceğin, yaşayacağın daha çok şey var. Tanrıya şükret ki
elin ayağın sağlam, boylu boslusun üstelik de tahsilli birisin. Seninle
evlenecek güzel de bir yerde kendini hazırlıyordur.”
Balım Kız’ın avılları da bağırmakla duyulacak kadar bir yerdeydi. Akşam
üstü Bahtiyar Bek’in adamlarından biri gelerek “Obaya davet edildiklerini”
bildirdi. Hazırlıklar yapıldı. Atlara binilerek Bahtiyar Bek’in avıllarına
gidildi. Bahtiyar Bek gelenleri “Hoş geldiniz, konakladığınız yer uğurlu
olsun” diyerek kapıda karşıladı. Duası yapılarak kesilen koyunun eti
tereyağıyla saçta kızartılarak gelen konuklara ikram edildi. Altay’ın
gözleri Balım Kız’ı aradı durdu. Şehirde giydiklerini üzerinden atan Balım
Kız’ın üzerinde beyaz ipekli bir elbise, üzerinde kırmızı bir yelek,
başında börk vardı. Altay’ın gözlerine bir kat daha güzel göründü.
Gelenlere “hoş geldiniz” derken; diğer yanda gülen gözleriyle Altay’ı
selamlıyordu. Balım Kız gelenlere çamçak çamçak kımız sundu. Güzelin
elinden içilen kımız bir başka hoş oluyordu. sohbetler yapıldı. Balım Kız,
diz çöktüğü yerde Dombıra çaldı.
Peş peşe şarkılar söyledi. İnsanları kımızdan daha fazla güzel sesiyle
büyüledi. Altay’ın babası “Balım Kız, çok güzel kızmış. Acaba Altay’a
istesem verir mi? diye düşündü. Dinleyenler “Ne ses be! Bundan da güzel
ses olur mu? Cennetteki huri kızları bundan güzel söylemez!” diye övdüler.
Herkesin çıktığı anda, Balım Kız’a yaklaşan Altay:
“Ne güzel olmuşsun. Güzelleşmişsin.” Diye elinden tuttu.
“Uzak git… Birisi görürse ayıp olur.”
“Ne kadar buradasın?”
“Bir aydan fazla… Yarın ‘Sevda Pınarı’nda salıncak kuracağız. Gelir
misin?”
“Mutlaka geleceğim. Ne akıllı kızsın sen!” Ayak seslerini duyunca dışarı
çıktı. Yolda Akpar, Altay’a :
“Bu gün anladım. ‘Zenginlerin kızı niye güzel oluyor’ diye düşünürdüm. Bu
gün onun cevabını buldum. Zenginler güzel kızlarla evlenirlermiş. Güzel
hanımlardan da güzel kızlar doğarmış. Bana sorarsan Balım Kız’ın anası
Balım Kız’dan daha güzel. Tanrı biliyor ya, ben böyle güzel hanımı ilk
defa görüyorum.”
“Niye öyle diyorsun? Fakirlerinde güzel kızları oluyor ya!”
“Ama, çok değil.”
“İyi elbise de insana süs verir. Güzel elbise giyince, güzel olmayan da
güzel görünür.”
Koca bir gün geçmek bilmemişti. Akşam zor olmuştu. Akşamleyin; dışarısı
ayın ışıklarıyla süt gibi aydınlıktı. Altın tabak gibi olan ay, tepelerin
üzerinden kayarak gidiyordu. Dağlar ve tepeler ayın ışığıyla daha aydın
görünüyordu. Altay sessiz ve durgundu. Çapar’ın ateşli hanımı, açıklığın
verdiği cesaretle: “Tanrım bizi de şanslı yaratmış. Kayınımız olmasa,
eğlenceye bizi kim davet ederdi?” dedi Altay’ın omzundan tutarak.
“Bırak tate, ayıp değil mi?” diye Akay utanarak yüzünü tuttu.
“Niye ayıp olsun? Senin de canın istiyordur. Öğütleyeceğine sen de misafir
delikanlıya asıl” dedi. “Utanma diye bir şey kalmamış sizde. Öyle
konuşmaya devam edersen geri dönerim. Kocan gelsin, sana güzel bir tasma
aldıracağım” dedi Altay.
“Kocam dediğin, kadına değil para ve menfaatine bakar. Karısına tasma
alacak adam, hanımını aylarca yalnız bırakıp ticaretin peşinden koşmaz.
Her şeye rağmen, ben evli bir kadınım. Aslında ben evden, bu zavallı için
çıktım.” Dul gelin bir çimdik attı Gelin Ablasına. Akpar, söylenenleri bir
fırsat bilip Akay’ın elinden tuttu. Akay’ın elleri ateş gibiydi. Akay bir
ara kaydı düşecekken Akpar onu belinden yakaladı. Onun vücudunun
titrediğini fark etti. Sevda Pınarı’ndan buz gibi dağlardan süzülerek
gelen kar suyu akarak Gökdere’ye doğru akıyordu. Koca koca ağaçların
dalarlı arasından yere ay ışıkları dökülüyordu. Yaylada olanlar geniş
düşünceli, hoşgörülü oluyorlardı. Kızlarını, gelinlerini gönül
rahatlığıyla gönderir, “gönül kötersin” derlerdi. Çocukların oyun ve
eğlencelerine ehemmiyet verirlerdi.
Balım Kız’ın söylediği şarkı ay ışığına karışarak, dağlara doğru
yankılanıyordu. Altay’da Sevda Pınarı’na Balım Kız’a karşılık veriyordu.
Söyleyenler söyledikçe açılıyordu. Dinleyenler coşuyor, iki gencin
söylediklerini alkışlıyorlardı. Diğer yanda Akkar hanım Akpar’a “Bu hanım
eve döneceğim diyor. Ağlıyor. Bunun gönlünü al” dedi Akay’ın elini Akpar’a
tutturduktan sonra oradan uzaklaştı.
“Niye ağlıyorsun?”
“Canım ağlamak istiyor” dedi başını genç adamın omuzlarına dayadı.
“Biri görürse ayıp olur…”
“Buraya getirdiniz, kayıp olup gittiniz…”dedi ağlayarak. Bir yandan ona
acıdı. Bir yandan da gülesi geldi.
“Demek bunun için ağlıyorsun?” Kenarda bir ağacın altında, dallarının
gölgesine, otların üstüne oturdular. Akpar, hayatta tek başına olduğunu,
hiçbir akraba ve yakın olmadığını hatırladı. Birini özlüyormuş gibi bir
duyguyla Akay’ı kucakladı. Düşüncelerinden kurtularak onu bıraktı. Bir
içim su gibi güzeldi. ‘Şehit olan kocasının evinde oturmaktansa, arzu
ettiği biriyle niye evlenmiyor’ diye düşündü.
“Bir şey sorabilir miyim? Kocan öleli iki sene geçmiş. Bu evde ne
bekliyorsun?”
“Nereye gideyim?”
“Ailene niye gitmiyorsun?”
“Benim ailem, akrabam yok. her şeyim bu ev. Kayın anam ile atam beni
büyütüp, terbiye eden…”
“Ailen nasıl yok olur?”
Akay iki yaşında annesini kaybettiğini, akrabalarını bilmediğini, eve
gelişini, yaşadıklarını, evlenmesini ve kocasının şehit olmasını… uzun
uzun anlattı. ‘Niçin olmadığını bilmiyorum ama, kimsesiz, yalnız
olduğunuzu öğrenince, sizi kendime yakın hissettim.’
“Gönlün varsa al götür beni buralardan. Eşin olurum. Yoldaşın olurum. Yük
olmak ağırıma, gücüme gidiyor." Gözleri yaşla dolmuştu.
Evlere dönülürken sabah olmak üzereydi. Akkar Hanım, şehit kayın hanımı
ile gelen misafiri gönüllerini bir etmiş, evlenmesini, birbirilerini
sevmesini, çoluk çocuğa kavuşmasını çok istiyordu. Kayın Altay’ı razı
etmiş, iki at temin etmişti. Sabahın ışıklarından önce, yeni bir hayat
kurmak üzere; şehre doğru hızla iki atlı yol alıyordu.

Rastgele Hikayeler

Yeni Hikayeler

Metin Reklamları