Yıldızlara Sevdalı Çocuk Ve Sevgi Perisi Hikayesi

Nuri Can Yıldızlara Sevdalı Çocuk Ve Sevgi Perisi Hikayesi,En güzel hikayeler,yeni hikayeler,makaleler,öyküler,yaşanmış hikayeler, denemeler,çocuklara masallar,ünlü yazarlardan aşk ve ilişkiler üzerine yazılar,sevgi hikayeleri,ayrılık,dostluk hikayeleri,ü
Yıldızlara Sevdalı Çocuk Ve Sevgi Perisi
Tweet Paylaş Plus Pinterest
Bahardı.. İnce bir nisan yağmuru çiseliyordu. Ninemin ölümünden sonra köye ilk gelişimdi bu. 50- 60 hanelik bu yoksul köyün, Havası - Suyu gibi, insanları da temizdi. Çoğu evlerin
duvarları kerpiç, beyaza boyanmış ya da özensiz kaba taşlardan yapılmıştı. Bazılarının önlerinde küçük bostanları,harman yerleri vardı. Bu evlerin damları toprakla örtülü, oldukça bakımsız yapılardı.
 
Köyün etrafı onlarca söğüt, kavak, ceviz gibi ağaçlarla çevrelenmişti. Bu köy; sırtını dayadığı dağlarıyla, çayırlarıyla, tarlalarıyla, yaylalarıyla, rengarenk çiçekleriyle, benim gözümde eşsiz bir yerdi.Ama şimdi ninemsiz köyüm bana; tatsız - tuzsuz, renksiz, ışıksız, kapkaranlıktı.Hele
geceleri....... Sanki gökyüzü aşağılara inmiş, o parlak yıldızlardan eser kalmamıştı. Ninemin ölümüne bir türlü inanmak istemiyordum. Onun öldüğü gerçeğini kabullenmek, kendimi buna zor da olsa inandırmak için mezarına gittim. Ona kırlardan topladığım renk renk çiçeklerden götürdüm. Beni duyacakmış gibi seslendim: ''Nineciğim!Huzur içinde uyu. Mor dağlardan esen kekik kokulu rüzgar, ruhuna sükunet getirsin. Sana bütün özlemimi, sevgimi getirdim. Bir tek isteğim var senden, benim sevgimi kabul et!" dedim.
 
Ninemi çok özlemiştim.Çocukluk ve ilk gençlik yıllarıma ait anılarımı hatırladım.Gözlerim doldu. Bir yumruk geldi, tıkandı boğazıma. Daha fazla konuşamadım. Anlatacağım ne çok şey vardı oysa! Yaşama dair, ölüme, sevgiye ve özleme dair anlatacaklarım vardı... Sonra mezarının başına oturup, uzun uzun düşünürken, daldım gittim. Öylesine dalmışım ki, ninemle, sağlığındaki gibi konuştuk. Sanki birbirimizi görüyorduk, dokunuyorduk,
hissediyorduk ve duyuyorduk.
 
Bu, sıradan bir konuşma değildi, bir itiraftı. yıllar boyu hiç kimseye açamadığım dertlerimin, üzüntü ve sıkıntılarımın, özlemlerimin dile getirilişiydi. Konuştukça açılıyor, kendime geliyordum. Sanki yeniden yaşıyormuş gibi duygu ile doluyordum. Bütün Gün böylece akıp gitmişti.. Ne kadar zaman sonra eve geldim, bilmiyorum. O gece sürekli yağmur yağdı. Bütün gece yatağımda gök gürültüsünü dinledim. Şimşekler ardarda çakıyor, odanın içi gündüz gibi aydınlanıyordu. Dışarıda müthiş bir fırtına vardı. Yatağımda; gök gürültülerini, yağmurun
camlara vuran iniltilerini dinleyip, şimşeklerin aydınlığını izlerken, yastığımı ıslatan yaşları, neden sonra fark edebildim. Bütün gece çocukluğumu ve ninemi düşündüm.Bu düşüncelerle uzun bir zaman boğuştuktan sonra, sabaha karşı uykuya dalabildim.
 
O gece Rüyamda ninemi gördüm. Şırıl şırıl suların aktığı vadide, pırıl pırıl bakışlarıyla karşıma çıkıverdi. ''Nineciğim, nineciğim! Ölmedin, yaşıyorsun değil mi?'' dedim. "Burdayım yavrum. Bak karşındayım işte." Dedi. Birbirimize özlemle sarıldık.Saçlarımı okşadı, beni öpüp kokladı. Büyüklüğünü yüreğime sığdıramadığım bir mutluluğu ve acıyı bir arada yaşıyordum. Onun kolları arasında bütün acılara göğüs gerebilir, bütün zorluklara
dayanabilirdim. Ona sarılmak bu kadar mı güzel olur ya rabbim, bu kadar mı haz verir insana! Bir özlem, bir sevgi bu kadar mı büyür insanın yüreğinde!... Sonra nasıl oldu bilmiyorum, birden yitirdim onu.
 
Sabahleyin, her yanımda sızılarla ve ninemi yeniden yitirmenin acısıyla uyandım. Bitkin durumdaydım. Başım zonkluyor, kulaklarım uğulduyordu. Dışarıya çıkıp çevreme bakındım. Güneş çoktan doğmuş, yükselmeye başlamıştı bile. Her yer eskiden olduğu gibiydi aslında. Hiç bir değişiklik, başkalık yoktu, terkedilmiş ve yıkılmış evlerin dışında. Doğa ve Hava öylesine güzeldi ki! Ama içimin burukluğundan, bu güzelliklerin keyfini çıkaramıyordum.
Karmaşık duygular içersinde bir süre ne yapacağımı bilemedim. Sonra bir çöküntü içinde dağlara doğru yürüdüm. Köyün yollarını çevreleyen akasya ve kavak ağaçları, nazlı nazlı sallanıp, yapraklarını efil efil oynatıyorlardı. Kırlara yayılmış koyunlar ve kuzular, uzaktan, bembeyaz pamuk tarlaları gibi görünüyordu.
 
İnsan, bazen mutlu, bazen mutsuz yaşamında geçirdiği her evreyi, yeniden yeniden yaşar. Bunlar, eskiyen silik fotoğraflar gibidir. Renkleri solsa da, yırtılıp paralansa da; bakarsınız ki, o eskimiş dediğiniz zaman dilimleri, zihninizde tüm renkleriyle birden canlanıvermiş. İşte bana da böyle oldu.
 
Ninem her akşam bana, bazı hayvanlarla, daha çok kuşlarla, cinlerle, perilerle ilgili masallar, efsaneler anlatır, şiirler, destanlar okurdu. Kulağımı okşayan sözcüklerle sesi öylesine bir gizemliliğe bürünür,öylesine etkili olurdu ki; bir şarkı söylüyormuş gibi, saatlerce gözlerimi kırpmadan dinlerdim. Onu dinlemeye hiç bir zaman doyamaz, yeniden yeniden anlatmasını
isterdim. Çoğu zaman beni kırmayıp yeniden anlatırdı. Öyle tatlı bir anlatışı vardı ki, sanki ağzından Bal damlardı. Sıradan bir konuyu bile inanılmaz tat ve güzellikte anlatırdı.
Hele uzak yerlerden, kıtalardan, ülkelerden, şehirlerden konuşurken..... Avrupa, Asya, Afrika, Amerika'dan söz ederken; adeta nefesimi tutarak dinler, bilgisine hayran kalır ve dünyanın bu denli büyüklüğüne, çocuk aklımla şaşar kalırdım. Bana göre dünya; etrafını yüksek dağların çevrelediği, her yanında buz gibi suların aktığı Caferli Köyü ve ona komşu birkaç köyden
ibaretti çünkü. Hele eşsiz bir güzellikle anlattığı efsaneler, masallar ruhuma işlerdi.
 
Çoğu geceler ninemle gökyüzünde pırıl pırıl parlayan yıldızların altında yatardık. Etraftan hoş kokular gelirdi. Aka suların coşkun sesi, dünyanın en hoş nağmesiydi sanki. Yıldızlar değişik renklerde yanar sönerdi. Sonra "O yıldız senin, bu yıldız benim!" diye ninemle yarışır dururduk. En parlaklarını kendime alırdım tabi. "Keşke o zamanlar dünyanın bütün
yıldızlarını nineme bağışlasaydım." diye düşündüğüm çok olmuştur. Gökyüzü o kadar esrarlı olurdu ki, samanyolunu mekan tutmak, gökyüzünün çocuğu olup yıldızlarla arkadaş olmak isterdim. Mehtabı seyrederken ne kadar mutlu olurdum! Her gece, ninemin anlattığı masalların etkisiyle olsa gerek, güzel düşler görürdüm. Düşümde; gökler hep mavi, bulutlar hep bembeyaz olurdu. Gökyüzü kat kat açılırdı. Ben de onun maviliklerinde kuşlar gibi uçardım. Öyle hafif olurdum ki! Heyecandan, kalbim sanki vücudumun dışında çarpardı. Hemen her gece, uçardım. Sabahları masmavi göklerin altında uyandığımda, bir kuş kadar hafif hissederdim kendimi.
 
Çocukluk çağlarımda nasıl da mutluydum. Ninemin ardında kırlarda koşarken; kuşlar kadar özgür, kuşlar kadar sevinçliydim..... O köyün kırlarında, büyük bir sevinçle toplayıp kokladığım çiçekler, ne yazık ki bir gün kuruyuverdi. Oysa, ben onları toplarken yağmur yağıyordu. Ardında ninemin o güzel sesiyle, ninnilerini dinlemiştim. Yaşadıkça o çiçekleri saklayıp koklamak istedim... Olmadı... Üzüldüm... Şimdi ise, Kar yağıyor o anıların üstüne.
Anılarla birlikte yüreğime. Sanmayın ki kırgınım ve de mutsuz. Hayır! Çünkü çocukluğum hala orada duruyor. Sevgim hala o köyün dağlarında nar çiceği, kır çiçeği, gül kurusu, eşkin ve kekik kokusu olarak yaşıyor. Çocukluğum bana; bazen Toprak kokusu, bazen dağ, bazen serin bir pınar, bazen de, masmavi gökyüzüdür. Uzak, çok renkli, çocuksu güzel düşlerdi bunlar. Küçük ve sıradan, ama anlamı büyük, saf ve lekesiz bir yüreğin kurduğu; sevgilerin, özlemlerin çoğalttığı düşler... Gördüğüm her nazlı çiçek, duyduğum her güzel söz, hala
bana o güzel Günleri ve ninemi çağrıştırır...
 
Belki de düşler; bir çocuğun hayatında, izdüşümlerin sunduğu güzelliklerdir.Çocuğun yaşamına açılan umut pencereleridir... O uzak kalmış, gidilmemiş, terkedilmiş yıkıntılar arasında gizlenmiş umut pencereleri. Orada ne bir düşbaz, ne de bir dost vardır artık.Düşman bile yok... Yalnızca uzaklarda, tadına doyulmayan ve de dokunulmayan yaban çilekleri, alıçlar, keklik yumurtaları ve çarşıt göbekleri var... Keşke herkes, düşlerinde hasretini büyüttüğü bir yerlerde yaşayabilseydi, yaşasaydı... Ya da yaşam, düşler gibi olsaydı . Dikenlerin, taşların, zakkumların doldurduğu bahçelerde, yediveren gülleri açsaydı! Yabani
bitkilerin doldurduğu tarlaları, keşke Altın sarısı başak başak ekinler doldursaydı...
 
Düşleri elinden alınmış, sevdiklerinden uzaklaştırılmış, yalnızlığa itilmiş bir çocuk, hangi duvara yaslanabilir ve kendi içinde ne kadar gizlenebilir ki!... Düşler, yaşam mavisinin o güzel güneşi değil mi? Düşler bittiğinde güneş batmaz, umutlar tükenmez mi?...
 
Ninem, anlatılmaz bir azim, sabır ve inat sahibiydi. Daima güler yüzlüydü.Çok güzel olan yüzünde ışıldayan gözlerinin bir defa olsun ne bana, ne de bir çocuğa kötü baktığını, kaşlarının çatıldığını hatırlamıyorum. Sesinde daima bir güven, yumuşaklık ve şefkat vardı. Kendini iyiliklere, güzelliklere
adamış fedakar bir insandı. Sanki bütün öksüzlerin, zayıfların, korumasızların barınağı; annesizlerin, sevgiye özlem duyanların sevgi perisiydi. Herkese
karşı duyarlı, sevecen, içten ve dostça davranırdı. Evimize gelen misafirlerle o tatlı diliyle sohbet ederken, bir yandan da misafirleri ağırlar; sofraların
biri kalkar, bir yenisi kurulurdu. Haramdan, yalandan, riyadan, iftiradan çok korkardı. Hep insanların iyiliğine çalışırdı. İnsan olarak iyiliklere, güzelliklere katkı yapması gereken ne varsa, yerine getirirdi. Hele bir dua edişi vardı ki, onu hep bir gökkuşağı hayranlığıyla dinlerdim.
 
Tanrısından; çocuklarını, yetimleri, düşkünleri korumasını dilerdi. Ninemin tanrısını ben de çok sevmiştim. Rikkatini, şefkatini, yüce gönüllülüğünü ve üstünlüğünü anlayacak kadar büyümemiştim henüz.
''Her şey ol ama zavallılara karşı zalim olma.Merhamet, insanı insan eden değerlerin en yücesidir''.derdi Düşkünlere karşı daima yumuşak ve tatlı dilliydi. Kendisini incitseler dahi, o kimseyi incitmezdi, kimseyi hakir ve hor görmezdi. Elinden geldiği kadar çaresize, yardıma muhtaç olana yardımcı olur, ama kimseden yardım beklemezdi. Durmadan nasihatler eder, büyük bir insan gibi
beni karşısına alır, saatlerce bıkmadan konuşurdu. kadın-erkek, yaşlı-genç, büyük- küçük herkesin neden ona karşı son derece saygılı olduğunu, o
yıllardaki çocuk aklımla çözemezdim. Onun gücünden, bilgeliğinden korktuklarını sanırdım.
 
Bana sevgiyi, saygıyı, umudu, başkalarına acımayı, herkese ve her şeye karşı vicdanlı, merhametli, Ahlaklı ve adil davranmayı öğretti. Çevremde gördüğüm her şeyi renkli bir nakış gibi ince ince ve usul usul usuma ördü. Yaşamı, hayvanları, bitkileri, insanları sevdirdi bana. Güvenebileceğim biricik insan, dert ortağım, gönül yoldaşım oldu. Yaşama o kadar bağlıydı ki, onun bu
sevgi ve bağlılığı benim de özüme karışıp en zor günlerimde bana güç verdi, ışık oldu, yol gösterdi.
 
Düşünebiliyor musunuz, bir çocuğun yaşamının sevgi ile dolu olması ne güzeldir! Ne özel ve özenilir bir yaşamdır o ! Yaşamın yelkenlerini sevgi ve
güvenle doldurarak zaman içinde yol almak, tüm dünyayı, tüm insanları sevgi ile algılamak, sevgi ile görmek ne güzeldir. Önyargılardan, kirlerden, kinlerden, düşmanlıklardan uzak, tüm insanları kardeş bilmek...
 
Bana gösterdiği her davranışın, her hareketin bir anlamı olduğunu bilmezdim o zamanlar. Ama benim üzerimde gittikçe ağırlaşan bir etki yaptığını
hissederdim. Bunun sonucu olarak da herkesten daha çok bağlandım ona. Aramızda bir mekik vardı sanki. Durmadan aramızda gidip gelerek, her defasında bir ilmek daha örerek, beni kendine bağlardı. Güzellik ve iyilik timsali bu kadını, yıllarca nakış nakış içime işledim. Çocukluğumu, gençliğimi, tüm yaşamımı onunla geçirdim. Nereye
gittiysem, gönlümün bir kıyısına oturup benimle birlikte gezdi.....Yıllar sonra sevdiğim bütün insanlar beni birer birer terk etti de, bir tek o terketmedi. En mutlu ya da en zor günlerimde hep yanımda oldu.
 
Ninemi sık sık bir yerde oturup dalgın gözlerle uzakları izlerken görürdüm. Çok üzgün ve bir o kadar dalgın bir şekilde. Bu çok dokunurdu bana.
Bir Gün yine böyle bir durumda yanına yaklaştım.Beni görmemiş gibiydi. Gözlerini bir noktaya dikmiş öylece bakıyordu. Gözyaşlarının süzülüşünü her
gördüğümde duygulanır, gözlerim yaşarır, içim yanardı. Ona acırdım. Boynuna sarıldığımda o da duygulanır, sımsıkı bana sarılırdı.. Ve böylece aramızdaki bağlar her gün biraz daha kuvvetlenirdi.
O gün ona, neden dalıp dalıp gittiğini, neden gözlerinin yaşardığını sordum. "Tanrı, annem beni doğururken acıyı da birlikte vermiş." Dedi. Sonra oturup uzun uzun hayat hikayesini anlattı: Çanakkale'ye sürgün edilişlerini, çektikleri korkunç yoksulluğu, Zeytin toplamalarını, henüz bir haftalık gelin iken ilk kocasının Ruslar'a esir düşüp, kendisinden bir daha haber almadığını, zorunlu olarak dedemle nasıl evlendirildiğini anlattı.Anlatırken, bazı yerlerde gözlerinde iri iri yaşların akmasına dayanamadım.Onunla beraber ben de ağlamaya başladım. O an bana sarılarak; "Tanrı iyi ki, senin gibi zeki, duygulu, temiz bir torun bağışladı bana, yoksa bütün bu acıları çekemezdim.
 
İnsanın doğup büyüdüğü topraklardan, sevdiklerinden, yöresinden zorla koparılıp sürgün edilmesi ve yabancı yerlerde yaşamaya zorlanması çok acı. Yalnızlık duygusu, insana yapılabilecek en büyük kötülük ve işkence." dedi. "İnsan herşeye katlanabiliyor ama yalnızlığa katlanmak çok zor geliyor. Tam 12 yıl sürgün hayatı yaşadım. " diye devam etti....Çektiği bunca acılara rağmen yüzü
dinç ve aydınlıktı. Öfkelendiği zaman yanakları al al olur, gözleri içten gelen Sıcak ve dehşetli bir ışıkla parlardı. Konuşmaları her zaman kendine özgü
biçimde uyumluydu. Sözcükleri, parlak ve renkli bir çiçeğin canlılığıyla belleğimde yer ederdi.
 
Gençlik yıllarımdı....Askerden dönmüş, arabayla köye doğru hareket ediyorduk. Keskin bir virajdan sonra şöföre, yavaşlaması için ricada bulundum.
Arabanın camını açarak çocukluğumun geçtiği bu yöreleri adeta gözlerimle taramak istiyordum.. Buraların şehirlere göre insanı ferahlatan temiz ve serin bir Havası vardı. Her tarafı kekik ve çiçek kokuları sarmış, keklik sesleri doldurmuştu. Karlar eriyor ve dağlardan köylere doğru, çözülmüş Su olarak akıyor; Toprak, düşen cemrelerle beraber, gökyüzüne buharlar gönderiyordu.
Buranın; hiç bir kir taşımayan, duru ve insanın yüreğini dolduran bir havası vardı.
 
Büyük kentler hep bana; yığınla insanın, kim için, ne için yaşadığı belli olmayan ya da yaşamın anlamsızlaştığı bir yer gibi gelmiştir. Şehir insanının egsoz dumanıyla, onca beton yığını arasında yaşama nasıl tahammül ettiğine hep şaşmışımdır.Hala da şaşıyorum..
 
Köye yaklaştıkça heyecanım daha da artıyordu. Hayatta en çok sevdiğim varlığa biraz sonra kavuşacaktım. Kalbim heyecanla çarpıyor, içim içime sığmıyordu. Nihayet o şefkat dolu, duygulu sesini duyabilecektim. O sesle içimdeki özlem ateşi dinecek, yüzünü, ellerini öpüp, mümkün olsa hiç ayrılmamak üzere boynuna sarılacaktım. Allah’ım benim için ne büyük mutluluktu bu. Geleceğimi haber alıp beni karşılamaya gelen ninemle derin bir özlem ve sevgiyle kucaklaştım. O da beni aynı sevgiyle kucaklayıp öpüp bağrına bastı. ''
Gözlerim yollarda kalmıştı, nihayet geldin. Şükür kavuşturana!" dedi. Ninemin halsiz ve bir zamanlar kırmızı elma yanaklarının şimdi solgun olduğunu farkettim. Gözleri sağanak olmuş, yanaklarını ıslatıyordu. Kelimeler dudaklarında kırık dökük, acıyla karışık dökülüyordu. Ayakta durmaya zorlanıyor, iki kişinin yardımıyla ayaklarını sürüyerek yürüyordu.
 
Hayatı boyunca yetimlere, hastalara, yoksullara hizmet eden, onların acılarını duyarak yardımına koşan ve yürürken ayaklarının altında yer titreyen bu kutsal kadın; şimdi yardımsız yürüyemiyordu ve başkalarına muhtaçtı. Artık ayakta durmakta bile zorlanıyordu. Dizleri tutmaz olmuştu. Neredeyse yığılıp kalacaktı.
 
Sonunda ayrılık zamanı gelip çattı. Hollanda'ya babamın yanına gidip, orada kalacaktım. Ninemden, köyümden ayrılmak bana çok zor geliyordu. Daha köyden ayrılmadan içime bir acı çökmüştü. O bunu farkettiğinde ''Üzülme! Hasretler de güzeldir, ancak hasretin acısını duymamız, onu yenmemiz ve içimize sindirmemiz gerek.'' demişti. Kimsesizliği ancak ninemden ayrıldıktan sonra öğrendim. Ninemle vedalaştım, eliyle gözyaşlarını silerken yüreğim sızladı. Dönüp baktığımda el salladığını gördüm. Ben de el salladım.
Çocukluğumun ve yaşamımın en güzel günlerini, burada beraber geçirdiğim bu kadına, bir kez daha sevgiyle baktım. Onu bırakıp Hollanda'ya geldiğimde, bir parçam o yerde, onunla birlikte kaldı hep. Yürek nasıl bölünürmüş, insanın yarısı nasıl geride kalırmış, asıl o zaman öğrendim. Bu köyün her bir kıvrımını, her bir tepesini, taşını, toprağını, suyunu gözlerimle öper gibi özlemle taradım. "Elveda!" dedim. "Güzel köyüm, sevgili ninem, kardeşlerim, annem, arkadaşlarım, dostlarım! Elveda!"
 
Ölümünden iki gün önce son bir mektup yazıp göndermişti bana:''Oğlum, bir tanem! Beni bırakıp gitmeyi hiç istemedin sen. Saçlarını, tenini gül kokularıyla yıkayıp gezmelere götürdüğüm Günleri çok özlüyorum.Hiç ayrılmazdın yanımdan. Arkadaşlarınla oynamaz, yanımda otururdun. Bilinmeyen dünyalardan masallar, efsaneler anlatmamı isterdin. Her defasında ben de seni kıramaz, anlatırdım. Bunların çoğunu gönlün kalmasın diye, ben uydurup anlattım. Sanki, benim uydurduklarım değilmiş gibi, sonra kendim de inanırdım bunlara. Ah ne güzel günlerdi o günler! Bilsen seni ne kadar çok özlüyorum. Mecbur olmasaydın yine gitmezdin, biliyorum. Sen beni bırakmak istemezsin ama ben seni bu dünyada bırakıp gideceğim bi-tanem. Ölüm, herkes için alınyazısıdır. Her doğan ölecektir. İnsan dünyaya kimsesiz gelir, yine kimsesiz gider. Hastaların, yaşlıların ayıklanması gerek ki, yeni nesiller gelişsin. İhtiyarlamış bir Ağacın ana kütüğünü keserler ki, yanlarından çıkan sürgünler boy versin. Ölüm insanlığın budanmasıdır. zamanın elinde her şey eskir ya da değişir, her Canlı ölür ve yitip gider. Önemli olan bu dünyada insanın insan gibi yaşaması ve yaşadıkça alnının açık, başının dik durmasıdır. Biliyorum, ölümüme en çok sen yanacaksın ama üzülme, ben daima seninle beraber olacağım. Sen yaşamının baharındasın henüz, önünde daha kocaman bir ömür var. Gençlik, umut ve heyecan doludur, sen yaşam kitabının daha ilk sayfasındasın. Biliyorum ki, için bütün kötülüklerden uzak nadide bir çiçek bahçesi gibidir. Açılacak daha binlerce gül goncası vardır sende. Senin de acılarla, istemediğin olaylarla tanışacağın, karşılaşacağın zamanların olacaktır. Acılara da katlanmasını bileceksin. Tanrı kuluna ne vermiş de, kul katlanmamış!. İnsan gençken bunları pek aklına getirmez biliyorum... Mektubumu Şeyh Edebali'den bir kaç sözle noktalıyorum. ''Bir baş ol ki oğul, dimdik durasın, çiğnenip ezilmeyesin. Bir göz ol ki oğul, iyiliği
göresin, peşinden yürüyesin. Bir dil ol ki oğul, zehire Bal süresin. Bir el ol ki oğul, yoksulları giydiresin. Bir yürek ol ki oğul, her zaman hak diyesin. Ayak olursan oğul, karınca ezmeyesin. Vakit kıymetli oğul, sakın boş gezmeyesin''
 
Munzur Dağı'nın eteğinde olan bu köy; yazın buz gibi soğuk suları, pınarları, ırmakları, çağlayanları ve geçit vermeyen dorukları, kötülüklerden uzak, sevgi, saygı dolu insanları ile bir cennet köşesi gibiydi. Özenle bakılması gerekirken, köyümün kimsesizliğine, yoksul bırakılmışlığına hayıflandım içimden.
 
Sonra düşündüm: Köyden her ayrılışımda ninem beni gediğin son dönemecine kadar getirir, orada el sallayıp yaşlı gözlerle beni yolcu ederdi. Son ayrılışımda gelmedi, içime tarifsiz bir keder çöktü. Bu köyde ninemle olmaya öyle alışmıştım ki, onsuz kendimi yapayalnız ve emniyetsiz hissediyordum. Oysa köyün bütün insanları, çocukları oradaydı. Beni uğurlamak için gelmişlerdi. İnekler böğürüyor, danalar zıplıyor, koyunlar, kuzular, keçiler meleşip duruyordu. Ama ben bağrımda, hiç kimsenin bilmediği ve içimin derinliklerinde tutuşan bir ateşin acısıyla ayrılıyordum oradan...

Rastgele Hikayeler

Yeni Hikayeler

Metin Reklamları